Category Archive : ÇALIŞMA ALANLARIM

Evlilikte Yakınlığı Geliştirme

Yakınlık evlilik ve aile yaşamında elzem olan duygulardan biridir. Yakınlık gösterme başka biriyle bir duyguyu paylaşmayı kapsar. Yakınlığın ne olduğuna dair çeşitli tanımlar vardır. Yakınlık bir çeşit bağlılık hissi, huzur, duygusal destek, empati duyma, karşındakini güvenilir bulma, karşılıklı anlayış, paylaşım, dürüstçe iletişim kurabilme şeklinde tanımlanabilir.

Her evlilikte/ilişkide çiftlerin yakınlık tanımları farklı olabilir. Birçok çift yakınlığın ne anlama geldiğini ve ne istediklerini anlasalar dahi yakın olma konusunda birçok sıkıntı çekerler. Yakın olma konusunda eşleri sıkıntıya sokan mesele “yakınlık korkusu” olabilir.  Bazı insanlar yakınlıktan, kendilerini açmaktan korkarlar ve kaçınırlar. Yakınlık korkusunun en önemli iki nedeninin yanı sıra, öfke korkusu, bağımlılık korkusu, kontrolü kaybetme korkusu, bireyselliği kaybetme korkusu gibi kökenini aile meselelerinden alan bir takım psikodinamik nedenleri de vardır.

En önemli iki nedeninden birincisi, kişilerin çocukluk ve ilk gençlik yıllarında ebeveynleri tarafından boğucu ve özgürce hareket edemeyecek kadar çok ilgi görmüş olmalarıdır. Bu durum kişide kontrol edilme ve kontrolü kaybetme korkusunu tetikleyebilir. Ve kontrolü kaybetmek eş tarafından yok edilme duygusu anlamına gelebilir. Yok edilme burada ilişkideki kontrolün kaybolması ve öz kimliğin yavaş yavaş yok olduğu algısını yaratabilir. Bu bireyler kim olduklarını ve ne istediklerini bilmezler ve dengeyi bulmak için bir ileri bir geri hareket etme eğilimi gösterirler. Bu kişiler anlayışın ve saygının olduğu bir aşk ilişkisinde yaşanan duygusal yakınlığın bağımsızlıklarını tehdit etmediklerini yaşantılayabilirlerse sorunları hallolur.

İkinci ve aşılması en zor olan neden ise çocuğun anne babasının ayrılık ya da boşanması sonucunda (çoğunukla da babayı) en yakınlarından birini birdenbire kaybetmesidir. Bu yaralayıcı ve travmatize edici bir durumdur ve kişinin erişkinlik hayatında girmiş olduğu ilişkilerde, duygusal yakınlık gerektiren durumlarda kendisini ilişkinin derinliklerine bırakamamasına sebep olur. Çünkü bir eş ilişkiye duygusal olarak ne kadar yatırım yaparsa, ilişki sonlandığında o kadar çok acı çeker. Anne veya babasını kaybeden ve bu durumla baş etmesine yardım edilmeyen çocuklar ilerideki tüm ilişkilerinde terk edilme korkusu taşırlar. Kayıp yaşantısından dolayı gelişen terk edilme korkusundan ötürü ilişkilerinde bir emniyet mesafesi bırakırlar ve böylelikle yeni bir kayıp yaşamaktan ve aynı acıyı duymaktan kendilerini korumaya çalışırlar. Aslında böyle yaptıklarında tam da kendilerini korumak istedikleri durum başlarına gelir. Çünkü belli bir yakınlıktan öteye geçemedikleri, kendilerini duygusal olarak açamadıkları için ilişkileri de belli bir noktada tıkanıp kalır ilerleyemez, belki de başlamadan biter. Mesela bazı kişiler evliliğin hemen öncesinde, hiçbir açıklama yapılmaksızın birden bire terk edilebilirler. Bunlar hep terk edilme korkusunun sebep olduğu sonuçlardır.

Bağımlılık korkusu yaşayan kişiler de yakın ilişkilerden kaçınırlar. Bu korku duygusal olarak kendine yeterliliğin, bağımsız olmanın kesinlikle çok önemli olduğunu düşünen eşlerde görülür.  Eş diğerine hiç muhtaç olmadığını kanıtlarcasına sürekli diğerinden uzak olma ihtiyacını ortaya koyar, bu eşler duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için birbirlerine dayanmazlar. Evlilikleri her iki tarafın kendi hayatlarını yaşadığı, duygusal bir mesafe gösterir. Bağımlılık korkusu, çoğu zaman erken yaşta ebeveynlerin etkisinden kaynaklanır. Ebeveyn, genellikle de baba, kimseye dayanmadan tek başına hayatta kalabilmenin önemini vurgular. Çocukluk çağlarında bağımlılık korkusuyla yetiştirilen bir çocuk anne babadan çok az hatta hiç destek almadan kendi başına kalmaya zorlanır. Bu çocuklara yardıma gereksinim duyduklarında güçsüz oldukları söylemiştir. Örneklendirmek gerekirse 45 yaşında bir adam karısından hiçbir zaman bir şey istemediğini belirtmiştir. Çünkü bunun bir zayıflık olacağına inanmıştır. En zor zamanlarında bile eşine duygularını açmaktan çekinmiştir.

Öfke korkusu yaşayan çiftler de, yakın ilişkilere girmekten kaçınırlar. Eşler başkalarına duydukları öfkeden korkabilirler. Diğer kişiyle çok fazla yakınlaşmanın düşmanlığı, öfkeyi, saldırganlığı doğurabileceğinden korkabilirler. Bu tür korkuları olan bireyler başkaları ile mesafeyi korurlar.  Öfkenin yakın bir ilişkide kaçınılmaz olduğuna inandıkları için bundan kaçınmanın tek yolunun yakın bir ilişki kurmamak olduğuna karar verirler.

Aslında insanların ihtiyaç duydukları bu duygusal yakınlığı yaşayamamakta ki en büyük engel iletişim eksikliği veya yokluğudur. Kendi istek, arzu ve ihtiyaçlarımızı gözettiğimiz gibi karşı tarafın da istek, arzu ve ihtiyaçlarını gözetebilecek bir iletişim türü yakaladığımızda ihtiyaç duyulan duygusal yakınlık yaşanabilecektir. İlişkilerimizde tüm bunlarla kendimiz baş etmekte güçlük yaşayabilir, ne yapacağımızı bilemediğimiz durumlar söz konusu olabilir. En önemlisi de tüm bunlarla mücadele edebilmemiz için ilk önce kendimizi tanımamız ve keşfetmemiz gerekecektir.  Bu durumda bir uzmandan yardım almak fayda sağlayacaktır.

Evliliklerde Çatışma Çözme

Çatışma aslında her yakın ilişkide olduğu gibi evliliklerde de kaçınılmazdır. Bazı çiftler çatışmalarını açık bir şekilde ve doğrudan ortaya koyarken, bazı çiftler ise çatışma çıkmaması adına sorunlarını bastırmaya ve inkar etmeye çalışırlar veya dolaylı olarak göstermeye çalışırlar.

Eşler evliliklerinde bir çok konu üzerine çatışma yaşayabilirler. Eşlerin birbirinden ve evlilikten beklentilerinin farklı olması, iletişim problemleri, eşlerin ihtiyaçları, istekleri, arzuları, maddi konular, cinsellikle ilgili konular, aile meseleleri ve daha bir çok konu çatışma yaşanan konular arasında sayılabilir.

Evliliklerde çatışmaların olup olmamasından ziyade, çatışmaların nasıl yönetildiği ve bu çatışmayla nasıl başa çıkıldığı önemlidir. Evliliklerinde ki çatışmaları sağlıklı bir şekilde çözen çiftler, evliliklerinden daha fazla doyum sağlayabilirler, bu evliliğin daha da güçlenmesine olanak sağlayabilir. Bu yüzden evliliklerde bir miktar çatışmanın olması aslında normaldir. Bazı çiftler vardır ki, evliliklerinde anlaşmazlıkların olmaması gerektiğini düşünürler. Çünkü çatışma onların zihninde ciddi bir hata yaptıklarının ve başarısız olduklarının göstergesi olabilir. Bu yüzden de çiftler birbirlerine olduğu gibi görünmekten kaçınarak, bir takım maskeler takmayı tercih ediyor olabilirler. Dolayısıyla bu tür evlilikler çatışmaların yaşandığı evliliklerden daha sağlıksız ve tehlikelidir.

Çatışmaların altında kimi zaman kazanılan ve belirlenen bir takım beceri ve yöntemlerle çözülebilecek meseleler yatarken, kimi zaman da kökeni daha derinde olan, bireyin kendi iç ruhsal meselelerinden, geçmişteki yaşantılarından ve nesiller arası faktörlerden kaynaklanan sebepleri olabilir.

Her iki durumda da çiftlere bir takım çatışma çözme becerileri kazandırılarak ve gerektiğinde daha derinlemesine çalışmalar yapılarak, sorunlarını aşmalarına destek olunabilmektedir. Önemli olan çiftlerin sorunlarının farkına varabilmeleri ve bu sorunları göz ardı etmemeleridir. Sorunların çözümü ertelendiğinde evliliklerde daha ciddi problemler oluşmaktadır. Unutulmamalıdır ki, ilişkilerde çatışma yaşamak değil, yaşanılan çatışmaların nasıl yönetileceğini bilememek problem yaratır.

Kaygı Bozuklukları

Kaygı, günlük yaşam içerisinde herkesin zaman zaman hissettiği normal bir duygudur. Kaygı, bedenin tehlikeye karşı verdiği normal bir tepkidir. Bu yüzden aşırı boyutlara ulaşmadığı sürece, kaygı aslında kişinin, başına gelebilecek tehlikelere karşı uyanık kalmasını sağlar. Ancak “savaş veya kaç” olarak tepki verilen kaygı sürekliyse, kişinin günlük aktivitelerini ve diğer kişilerle olan ilişkilerini olumsuz bir şekilde etkiliyorsa artık normal sınırlardan çıkılmış ve tedavi edilmesi gereken bir durum haline gelmiş demektir.

Kaygı birden fazla şekilde ortaya çıkabilir. En sık görülen kaygı bozuklukları, sosyal kaygı-sosyal fobi, obsesif-kompulsif bozukluk, panik bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu, fobiler, postravmatik stres bozukluğudur.

Kaygı bozukluğunda, aşırı sinirlilik, gerginlik, dikkat eksikliği, her şeyin en kötüsünü düşünme, sürekli tehlikede olduğu düşüncesi, aklını kaybedeceği korkusu, ölüm korkusu gibi ruhsal belirtiler, titreme, ağız kuruluğu, çarpıntı, nefes alamama, yutma güçlüğü, baş dönmesi, kas ve göğüste ağrı, sindirim sisteminde sorunlar ve sık idrara çıkma şeklinde ise fiziksel belirtiler ortaya çıkabilir.

Kaygı bozukluklarına aşırı stres, yakınlarını kaybetme, sevdiklerinin ölümü, ağır bir hastalık geçirme, büyük kazalar, doğal afetler, cinsel işlev sorunları, olumsuz anne-baba tutumları, fiziksel ve duygusal istismar gibi sebepler neden olabiliyor.

Kaygı bozuklukları ilaç ve psikoterapi ile tedavi edilebiliyor.

Sosyal fobi bir anksiyete yani kaygı bozukluğudur. Sosyal fobi “sosyal kaygı bozukluğu” olarak da isimlendirilebilir. Sosyal  fobiyi kişinin sosyal ortamlarda sürekli ve belirgin bir korku yaşaması olarak tanımlayabiliriz. Kişi bulunduğu sosyal ortamlarda utanç verici bir duruma düşmekten, rezil olmaktan, eleştirilmekten, beğenilmemekten, reddedilmekten, onaylanmayacak ve olumsuz değerlendirilecek bir davranışta bulunmaktan fazlasıyla korkar.

Sosyal fobinin temelinde onaylanmama korkusu veya kabul edilmeme endişesi vardır.  Sosyal fobisi olan kişiler devamlı gözlerin kendilerinin üzerinde olduğunu, nasıl göründüklerini, aptal durumuna düşüp düşmediklerini düşünürler. Bu kişilerin özgüvenleri oldukça düşüktür ve eleştiriye karşı fazlasıyla duyarlıdırlar.

Sosyal fobi yaşayan kişilerde yüz kızarması, ses titremesi, ağız kuruması, kalp çarpıntısı, terleme, nefes daralması gibi fizyolojik belirtiler; güçsüzüm, konuşamayacağım, yetersizim, herkes bana bakıyor, rezil olacağım, küçük düşebilirim gibi zihinsel belirtiler ve korkulan ortama girmeme, korkulan ortamı terk etme, göz temasından kaçınma, ilgisiz şeyler düşünme gibi davranışsal belirtiler görülebilir.

Sosyal fobi yaşayan kişiler ailelerinin ve arkadaşlarının yanında rahat olabilirler fakat en büyük korkuları topluluk önünde konuşmak ve yemek yemektir. Sosyal fobi yaşayanların karşı cinsle ilişki kurmaları ve konuşmaları fazlasıyla zordur ve bu yüzden sosyal fobi yaşayanlar arasında bekarlık oranı yüksektir. Sosyal fobik kişiler kendileriyle konuşan kişileri işitmezden gelme, gözlerini kaçırma, hasta olma ve sosyal ortamlara katılmama gibi davranışlar geliştirebilirler.

Sosyal fobi genellikle 13-24 yaşları arasında başlar. Kadınlarda biraz daha fazla görülür. Ailede korku anlayışlı bir disiplinin olması sosyal fobi nedenleri arasındadır.

Sosyal fobi günümüzde doğru teknikler kullanıldığında kesinlikle tedavi edilebilen bir hastalıktır. Psikoterapi sosyal fobi tedavisinde oldukça etkili bir yöntemdir. Sosyal fobiklerde genellikle bilişsel davranışçı terapi denilen psikoterapi tekniği kullanılır. Bunun yanı sıra gerektiğinde ilaç tedavisi de uygulanabilir.

Özgül fobiler

Fobi gerçekte tehlike içemeyen ya da çok az tehlike içeren bir duruma veya nesneye karşı duyulan aşırı korkudur. Hepimizin bazı şeylere duyduğu korkular vardır, örneğin köpek korkusu, enjeksiyon korkusu gibi. Ancak bu korkular çok yoğun ve hayatı olumsuz etkileyecek kadar fazla olursa o zaman bunlara fobi diyebiliriz. Özgül fobilerde duyulan korku aşırı ve mantıksızdır. Fobisi olan kişiler duydukları korkunun mantıksızlığının farkında olmasına rağmen kendisini kontrol edemezler. Örneğin yükseklik korkusu olan kişi yükseğe çıkmayı gerektiren işlerde çalışamayabilir. Uçak fobisi kişinin seyahat etmesini engelleyebilir. Yutma fobisi olan kişi yemesi-içmesi bozulduğu için ciddi kilo kaybı yaşayabilir vb.

Korku ile fobi arasında şöyle bir fark vardır. Korkuda gerçek bir tehlike vardır ve kişi bundan korkar, fobide ise çoğu zaman gerçek bir tehlike yoktur. Mantıklı ve mantıksız korku sırasında yaşananlar, yani zihnimizde ve bedenimizde oluşan değişiklikler aynıdır. Kişi korku duyduğu durum ve nesne ile karşılaştığında bu durumları yaşadığı gibi, bunları düşündüğünde veya hayal ettiğinde de aynı şeyleri hisseder. Kişi bu tür durumlarda nefes almakta güçlük, titreme, çarpıntı, terleme, mide bulantısı, baş dönmesi vb. durumlar yaşayabilir.  Bunlar fiziksel belirtilerdir. Duygusal belirtileri ise; kontrolü kaybedeceği korkusu, şiddetli bir endişe ve panik hali, ölecekmiş veya bayılacakmış gibi hissetme, kendine yabancılaşma hissidir.

Fobiler çocukluk döneminde oluşmakla birlikte yetişkinlikte de oluşabilir. Bir olaya maruz kalma veya bir tehlike atlatma kişinin o olaya ya da nesneye karşı fobi geliştirmesine sebebiyet verebilir.

Özgül fobiler arasında sayılabilecek çok çeşitli fobiler bulunmakla birlikte en sık görülenleri şunlardır: hayvan fobileri, yükseklik korkusu, kan ve yaralanma fobisi, gök gürültüsü ve fırtına korkusu, uçak korkusu, kapalı yer korkusu, yutma fobisi.

Özgül fobilerin tedavisinde, davranışçı terapi yöntemi ilk seçenektir.Alıştırma adı verilen yöntem en yaygın kullanılan davranışçı tekniktir. Bireysel veya grup halinde uygulanabilir. Bu teknikte kişinin korktuğu durumun ayrıntılı bir analizi yapıldıktan sonra korkulan durumla gitgide artan derecede karşılaşması sağlanır. Başlangıçta sıkıntı ve korku verici olan bu işlem, hasta korkulan ortamda yeteri kadar süre kalabilirse alışmayla (ve korkunun azalmasıyla) sonuçlanır. Bunun yanı sıra ilaç tedavisi de daha az maliyetli ve terapiye gidemeyecek hastalar için uygun bir yöntem olabilir. Fakat ilaç kullanımı bırakıldıktan sonra fobilerin geri gelmesi büyük olasılıktır

öfke kontrolü

İnsan haz yaşamaya dönük bir canlıdır. Bu yüzden insanın haz almasını engelleyecek her durum, olay, kişi, insandaki öfke duygusunun en başta gelen sebebidir. Aslında öfke doğru bir şekilde ifade edildiğinde son derece sağlıklı ve normal bir duygudur. Öfke kontrolden çıktığında, yıkıcı ve saldırgan davranışlara sebebiyet verdiğinde iş hayatını, kişiler arası ilişkileri, aile yaşantısını olumsuz etkilediğinde sağlıksız bir hal almış olur.

Kişiler herhangi bir durum, olay veya kişi karşısında engellendiklerinde, reddedildiklerinde, istek ve ihtiyaçlarının karşılanmadığı durumlarda, yanlış anlaşıldıklarında, kendilerini doğru ifade edemediklerinde ve daha birçok sebepten dolayı öfkelenebilirler.

Engellenme bir enerji doğurur, bu enerji yapıcı da kullanılabilir, yıkıcı da. Sağlıklı bir şekilde dışsallaştırılmış öfke amaca yöneliktir. Öfkenin sağlıksız olarak dışsallaştırılması ise saldırganlık ve şiddet biçimindedir ve en büyük zararı kişinin kendisine verir. Öfke bazen de bastırma şeklinde içe yöneltilir ki, bastırılmış ve kabul edilemeyen öfke de zararlı olup, dolaylı bir şekilde sonrasında ortaya çıkabilir.

Öfke hem dışsal hem de içsel bir takım sebeplerden kaynaklanabilir. İnsan bir duruma, bir olaya, bir kişiye öfkelenebilir. Aslında öfkenin ortaya çıkmasına sebep olan farkına varamadığımız, kaynağını bilemediğimiz birçok duygu vardır. Nedir bu duygular? Kızgınlık, nefret, kin, kıskançlık, kaygı, üzüntü vs.

Öfkelenildiğinde stres ve gerginlik başlar, adrenalin salgısı artar, nefes alıp verme sıklaşır, kalp atışları hızlanır, kan basıncı artar, bunlar öfkenin fiziksel belirtileridir.

Öfkeyle başa çıkmanın ilk şartı öfkeli olduğunuzu kabul etmek ve bunu kendi kendinize itiraf etmektir. Kabul edilmeyen ve itiraf edilmeyen öfke dolaylı yollardan ortaya çıkabilir ve daha tehlikeli olabilir.

İkinci adım ise öfkenin nereden geldiğini bulmaktır. Bazen bu çok açık ve ortada olabileceği gibi bazen de belirsiz ve karışık olabilir. Bazı durumlarda suçluluk duygusu öfkenin kaynağını bulmayı zorlaştırabileceği gibi bazen de iyi niyet kaynağa erişmeyi engeller.

Üçüncü adım, gerçekte sizi öfkelendirenin ne olduğunu anlamaya çalışmaktır. Yani öfkenin sebebinin gerçekçi temelinin ne olduğunu anlamaktır. Öfke buz dağının suyun üzerinde kalan bölümüdür. Gerçek sebebi bulmak isteyen derinlere inmek zorundadır ve bu da kolay değildir. Örneğin; gittiğiniz lokantada ki garsonun tabağı önünüze biraz sertçe koyması sizi öfkelendirebilir ve bunun altında çocukluktan kalma problemler olabilir.

Dördüncü adım öfkeyle gerçekçi bir biçimde mücadele etmektir. Duruma göre bazen öfkeyi doğrudan ortaya koymak uygun olabileceği gibi bazen de olmayabilir. Öfkenin sebebi gerçekçi değilse böyle bir durumla mücadele etmek çok daha güç olabilir. Örneği; Ahmet eşine kızgınlık duyuyorsa ve bunun sebebi Ahmet’in annesinden gördüğü davranışları eşinden görememek ise durumu çözmek çok kolay olmayabilir. Bu durumda problemin kaynağını teşhis edip bir uzmandan yardım almak gerekebilir.

 

obsesif kompulsif bozukluk

Takıntı hastalığı olarak da bilinen obsesif-kompulsif bozukluk bireyleri tekrar eden düşünce ve davranışlara hapseder. Obsesyon, takıntılı düşünce ve fikirlerden, kompulsiyon ise tekrar eden davranış ve eylemlerden oluşan ruhsal bir sıkıntdır. Obsesif-kompulsif bozukluk bir anksiyete bozukluğudur.

Obsesyon, irade dışı gelen, kişinin zihnine girmesine engel olamadığı ve zihninden bir türlü uzaklaştıramadığı düşünce, fikir ve dürtülerdir. Kişiye sıkıntı ve huzursuzluk verirler. Kişi zihninden atamadığı bu düşünceleri bastırmaya, yok saymaya veya bir takım hareketlerle yani kompulsiyonlarla gidermeye çalışır.

Kompulsiyon, obsesyonların yani kişinin zihninden atamadığı fikir ve düşüncelerin yarattığı, sıkıntı ve huzrsuzluğu azaltmak veya ortadan kaldırmak için yaptığı yineleyici ve tekrar eden davranışlardır. Örneğin; bir yere dokunduğu için ellerinin kirlendiğini düşünen kişi sürekli ellerini yıkayabilir, kişinin elleri yıkamaktan tahriş olabilir. Kişi bu davranışları istem dışı yapar ve bundan sıkıntı duyar.

Obsesif-kompulsif bozukluğa sahip kişiler sapalntı ve takıntılarının her ne kadar mantksız ve manasız olduğunu bilselerde bunları düşünmekten ve yapmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Belirli bir kuralla ve sıraya göre yapılan bu davranışlar kişiyi geçici olarak rahatlatmayı amaçlar.

Zaman zaman bir çok kişinin kapıyı ve ocağı kontrol etme, temizlik, titizlik, simetriye önem verme gibi çeşitli takıntıları, o an için yaptığı davranışları vardır. Fakat bu takıntı ve davaranışlar önemli oranda zaman ve iş kaybına yol açıyorsa, aile hayatını ve ilişkileri olumsuz etkiliyorsa, o zaman bunun ruhsal bir sorun olduğu düşünülebilir.

En çok görülen obsesyon ve kompulsiyonlar, temizlik ve titizlik obsesyonları, şüphe ve kontrol obsesyonları, düzen ve simetri obssesyonları, dini obsesyonlar, sayma obsesyonları, biriktirme obsesyonları, dokunma obsesyonları, cinsel içerikli obsesyonlar ve batıl inanç obsesyonlarıdır.

Obsesif-kompulsif bozukluğun en iyi tedavi şekli psikoterapinin yanında uygulanan ilaç tedavisidir. Danışanlar tedavi süreci sonunda normale yakın bir yaşam sürebilirler. Sıkıntılar azaldıktan sonra devam eden ilaç tedavisi ile birlikte doktor kontrolü de sürdürülmelidir.  Çünkü uzun süreli ve zamanla iyileşme dönemleri gösterebilen bir hastalıktır.

Kişilik bozuklukları

DSM-IV e göre kişilik bozuklukları şöyle tanımlanmıştır. Kişinin içinde yaşadığı toplumda önemli ölçüde sapmalar gösteren sürekli bir davranış biçimidir, yaygındır ve esnekliği yoktur. Ergenlik ya da genç erişkinlik yıllarında başlar, zamanla kalıcı olur. Sıkıntıya ve işlevsellikte bozulmaya yol açar.

Kişilik bozukluğu kendini insanlar arası ilişkilerde gösterir. Yani kişilik bozukluğu olan birey topluma uygun davranışlar gösteremez, topluma uyum sağlayamaz. Kişilik bozukluğu olan bir kimse genellikle kendini çevreye değil, çevreyi kendisine uydurma yoluna gider.  Kişilik bozukluğu olan birey genellikle çevresi ile çatışık bir durumdadır. Bir kişinin kişilik bozukluğu sorununun olup olmadığını anlamak gerçekten zordur ve uzun bir süre çalışmayı gerektirir.

Kişilik bozuklukları birçok etkene bağlı olarak gelişebilir. Bunların en başında erken çocukluk döneminde anne-baba ile olan ilişkilerdir. Anne-babanın çocuğunu yetiştirirken sergiledikleri tutumlardır. Bunun yanı sıra kültürel faktörler, fiziksel çevre, merkezi sinir sitemi bozuklukları, beyin hastalıkları, biyolojik faktörler de kişilik bozukluklarının gelişmesinde etkili olabilir.

Kişiliğin çekirdekleri erken çocukluk döneminde oluşur. Kişiliğin gelişmesi ergenlik döneminin sonuna kadar devam eder. Yani kişilik çok uzun zamanda gelişir ve şekillenir bu yüzden değiştirilmesi zordur.

DSM-IV’e göre kişilik bozuklukları şöyle sıralanır;

A Kümesi (Paranoid, Şizoid ve Şizotipal Kişilik Bozuklukları)

B Kümesi (Antisosyal, Borderline, Histrionik veNarsisistik Kişilik Bozuklukları)

C Kümesi (Çekingen, Bağımlı, Obsesif-Kompulsif Kişilik Bozukluğu)

D Kümesi(Başka türlü adlandırılamayan kişilik bozuklukları)

Paranoid Kişilik Bozukluğu

Başlıca özelliği başkalarının davranışlarını kötü niyetli olarak yorumlayıp sürekli bir güvensizlik ve kuşkuculuk gösterme şeklindedir.  Bu bozukluk genç erişkinlik döneminde başlar ve değişik koşullar altında ortaya çıkar. Belirtiler tüm kişilik bozukluklarında oldugu gibi süreklilik gösterir, iş ve sosyal hayattaki işlevselliği önemli bir ölçüde etkiler.

Paranoid kişilik bozukluğuna sahip bireyler; yeterli bir temele dayanmadan başkalarının kendine zarar verdiğinden ve kendisini sömürdüğünden kuşku duyarlar, dostlarının veya iş arkadaşlarının kendine olan bağlılıkları ve güvenirlikleri üzerine kuşkuları vardır. Söylediklerinin kendilerine karşı zarar verici bir şekilde kullanılacağı hakkında yersiz korkuları olduğu için başkalarına sır vermek istemezler, sıradan sözlerden ve olaylardan aşağılandığı ve kendisine göz dağı verildiği şeklinde anlamlar çıkarırlar, süekli kin beslerler, haksız yere eşinin sadakatsizliği hakkında kuşkulara kapılırlar, karakterine ve itibarına saldırdığı yargısını taşır ve karşı saldırıda bulunurlar. Genelde resmi ve gergin olurlar, katıdırlar ve uzlaşma yoluna girmezler. kesinlikle birine bağımlı olmayı ya da birilerinden yardım almayı kabul edemezler, bu durum onlar için aşağılayıcı ve küçük düşürücüdür. güç sahibi olmaya ve kişilerin derecelerine aşırı önem verirler.Paranoid kişilik bozukluğuna sahip bireyler geçinilmesi zor kişilerdir. çünkü kişiler arası ilişkilerde güvensizdirler. Devamlı insanların kendilerine yaklaşmalarının altında bir çıkar olduğunu düşünürler, kendilerinin çok iyi olduklarına, hiç kimsenin onları sevmediklerine inanırlar.Yerleşik düşünceleri “insanlar olası düşmanlardır”, önde gelen davranışları ise “dikkatli olma” dır.Tüm kişilik bozukluklarında olduğu gibi, paranoid kişilik bozukluğunun tedavisinde de  kullanılan birincil yöntem psikoterapidir. Bazı durumlarda ilaç tedavsi de psikoterapi ile birlikte kullanılır.

Şizoid Kişilik Bozukluğu

Başlıca özelliği sürekli toplumsal ilişkilerden kopma ve başkalarıyla birlikte olunan ortamlarda duyguların anlatımında kısıtlı kalma örüntüsüdür. Bu bozukluk genç erişkinlik döneminde başlar ve değişik koşullarda  ortaya çıkar.

Şizoid kişilik bozukluğu olan kişiler, yakın ilişki kurmaktan ve topluma karışmaktan çekinirler. genelde yalnız yaşamayı tercih ederler, başkalarıyla birlikte olmaktan zevk almazlar, soğuk ve mesafelidirler. Eğlence ve aktivitelerden kaçınırlar, birinci derece akrabaları dışında yakın  arkadaşları ve sırdaşları yoktur. Yakın bir ilişkiye zorlanırlarsa, anksiyeteleri çok artabilir. Duygularını hiç bir şekilde belli etmezler, böylece etraflarında yoğun duygu yaşamazlarmıış gibi görünürler. Cinselliğe karşı ilgisizdirler, cinsel istekleri nadiren belirir ve bu yüzden genellikle evlenmezler. Konuşmaları yavaş ve tekdüzedir. Sorulara kısa ve net cevaplar verirler. Rekabetin olmadığı işleri tercih ederler, tek başlarına çalıştıklarında daha başarılı olabilirler. Genellikle tek bir konuya odaklanır ve başka bir şeyle ilgilenmezler. Şizoid kişilik bozukluğuna sahip bireylerin  yerleşik düşüncesi “benim bir dünyam olmalı” dır, önde gelen davranışları ise “toplumdan uzaklaşma” şeklindedir. Tüm kişilik bozukluklarında olduğu gibi, şizoid kişilik bozukluğunda da tedavi psikoterapidir. Bazı durumlarda ilaç tedavisi de psikoterapi ile birlikte kullanılabilir.

Şizotipal Kişilik Bozukluğu

Başlıca özelliği yakın ilişkilere girebilme becerisinde azalma ile belirli, toplumsal ve kişilerarası yetersizliklerin yanı sıra, bilişsel veya algısal çarpıklıkların ve alışılagelmişin dışında davranışların olduğu yaygın bir örüntünün olmasıdır.

Bu kişilerin davranışlarında, düşüncelerinde, konuşmalarında, gürünümlerinde ve duygularında birçok olağandışı özellik vardır. Zor ilişki kurabilen, anlaşılması güç tuhaf kişilerdir. Şizotipal kişilik bozukluğu olan kişilerin referans düşünceleri, batıl inançları, altıncı his, gaipten haber alma gibi inançları olabilir. olaylar olmadan önce bunları öngörebilecek ve başkalarının düşüncelerini okuyabilecek özel bir takım düşünceleri olduğuna inanabilirler. Duygulanımlarında iniş çıkışlar vardır. İnsanlarla düzgün ilişki kuramazlar. Yabancıların yanında genelde kendilerini gergn ve huzursuz hissederler. Yakın ilişkilere girerken rahatsızlık duyar ve zorlanırlar. Yakın arkadaş veya sırdaşları yoktur. Kendi hislerinin farkında değillerken, başkalarının ne hissettiklerine karşı çok ilgilidirler. Dış görünümleri garip ve farklıdır. Alışılagelmişin dışında hareket ve konuşmalar yapabilirler. Konuşmaları dağınık, soyut, anlaşılması zor, olağandışı olabilir. Ağır stres altında geçici, kısa süreli psikoz belirtileri yaşayabilirler. Çoğu zaman kuşkucudurlar. Çoğunda paranoid düşünce ve geçici psikotik belirtiler görülür. Kendine yabancılaşma hastanın hayatının bir parçası olmuştur. Toplumun %3’ünde görülür. Şizofreni yakınları olanlarda daha sık görülür. Tüm kişilik bozukluklarında olduğu gibi şizotipal kişilik bozukluğunda da tedavi psikoterapidir. Hastalığı ilerlemiş olanların hastaneye yatırılması gerekebilir. Depresif ve psikotik belirtilerin olduğu dönemlerde ilaç tedavisi de psikoterapi ile birlikte kullanılabilir.

Antisosyal Kişilik Bozukluğu

Antisosyal kişilik özelliğinin başlıca özelliği başkalarının haklarını saymama, sorumsuz davranma ve toplumsal kurallara uymamadır. Bu bozukluk psikopatlık veya sosyopatlık olarak ta adlandırılır.

Bu tür kişilik bozukluğu olanlar dışarıdan normal ve cana yakın kimseler olarak görülebilirler. Bu kişiler genellikle gergin, huzursuz, öfkeli, umursamaz, acımasız ve bencildirler. Antisosyaller sürekli suç işlerler, kanunlarla başları derde girer. Asla yaptıklarından pişman olup, vicdan azabı çekmezler. Aksine kötü bir davranışı sadece zevk aldıkları için bile yapabilirler. Çabuk sinirlenirler, sıklıkla kavga ederler saldırgan davranışlar sergileyebilirler. Hırsızlık, sahtekarlık gibi olaylara karışırlar, sonunu düşünmeden taciz ya da tecavüz olaylarına karışabilirler. Başkalarına zarar verdikleri gibi kendi bedenlerine de delici veya kesici aletlerle zarar verebilirler. Antisosyal kişiler sıklıkla bencil davranışlar sergilerler, eş duyumdan yoksunlardır, kendilerini her zaman haklı görürler.

Antisosyal kişilik bozukluğu olanların hayatta belirli bir amaçları yoktur. Bir işte uzun süreli çalışamazlar, hiç kimseye karşı sorumluluk ve bağlılık hissetmezler. iyi bir anne veya baba olamazlar, eşlerine veya çocuklarına şiddet uygulayabilirler.

Çocuklukta beyin disfonksiyonu, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gösterenlerde antisosyal kişilik bozukluğu riski daha yüksektir. Bu bozukluk daha çok karışık ev ortamlarında ortaya çıkmaktadır. Yaşamın ilk 5 yılında anneden ayrı olan çocuklarda sosyopati görülme sıklığı fazladır. Bu yaşlarda ciddi yoksunluk yaşayan çocuklar ergenlik döneminde davranışlarını kontrol etmekte güçlük çekmekte, ilgi ve dikkat çekmeye çalışmakta, normal bir kaygı veya gerilim taşımamakta ve sosyal olgunluğa erişememektedirler.

Tüm kişilik bozukluklarında olduğu gibi antisosyal kişilik bozukluğunda da tedavi şekli psikoterapidir. Ayrıca kişilik bozukluğu ile birlikte depresyon ve anksiyete gibi durumlarda ilaç tedaviside kullanılmaktadır.

Borderline Kişilik Bozukluğu

Bu kişilik bozukluğu olan kişiler, duygularında, ilişki kurdukları kişilerle ve benlik imajlarında tutarsızdırlar. Hep bir sıkıntı, kriz ve boşluk içindedirler. bu kişilerde depresyon hali sıkça görülür, yoğun olarak terk edilme ve yalnız kalma korkusu yaşarlar. Yalnız kalmaya dayanamazlar, sağlam bir kimlik duygusu gelişmemiştir. Çok çabuk hayal kırıklığına uğrar ve çabuk sinirlenirler. Borderline kişilik bozukluğu olan kişilerde şizotipal, antisosyal, narsisistik ve histrionik kişilik bozuklukları da aynı anda görülebilir. Bu kişilerde kendilerine zarar verme, madde kötüye kullanımı, tıkınırcasına yemek yeme, intihar ve tehdit edici davranışlara sık sık rastlanır. Duygularında tepkisellik yoğun olarak görülür.

Borderline kişilik bozukluğunda erken anne-baba kaybı ve ani travmatik ayrılmalar önem taşır. Egoları güçsüzdür, bu nedenle anksiyeteyi tolere edemezler. Bu kişilik bozukluğu olan kişilerin ailelerinde, depresyon, madde kullanımı ve antisosyal davranış bozuklukları gibi psikopatolojik durumlara sık olarak rastlanır. Borderline kişilik bozukluğunda ilaç ve alkol kötüye kullanımı sıktır. Bazen bu sorunlar hastaneye getiren sebepler olur. Özellikle sınırda kişilik bozukluğu olan erkeklerde madde kullanımı daha sıktır.

Borderline kişilik bozukluğuna sahip bireyler gerçek ya da hayali bir terk edilmeden kaçınmak için çılgınca çabalar gösterirler. Yakın ilişkide oldukları kişileri, gözünde aşırı büyütme veya yerin dibine sokma gibi uçlarda gidip gelen gergin ve tutarsız davranışları vardır. Kendilerine zarar verme olasılığı yüksek olan en az iki alanda dürtüsellikleri vardır. (Örn. para harcama, cinsellik, madde kötüye kullanımı, pervasızca araba kullanma, tıkınırcasına yemek yeme) Kendilerini sürekli olarak boşlukta hissederler. Uygunsuz yoğun öfkeleri veya öfkelerini kontrol altında tutamama gibi durumları söz konusudur.

Borderline kişilik bozukluğuna erkelere oranla kadınlarda iki kat daha fazla rastlanır. Annesinde borderline kişilik bozukluğu olan çocuklarda daha sık görülür. Borderline kişilik bozukluğunun tedavisi psikoterapidir. Hasta ayakta tedavi olabileceği gibi daha ağır durumlarda hastanede kalarak tedavide görebilir. Duruma göre duygu durumunun dengelenmesi ve dürtü denetiminin sağlanabilmesi için ilaç tedavisi de uygulanabilmektedir.

Histrionik Kişilik Bozukluğu

Histrionik kişilik bozukluğu olan bireyler, rol yapıyormuş gibi, duygusal ve olumlu izlenimler bırakmaya çalışan, çok renkli, dikkatleri üzerine çekmeye çalışan ve başkalarını etkilemeye yönelik davranışta bulunan kişilerdir. duyguları, düşünceleri ve inançları sık sık değişir. Fakında olmadan karşılarındaki kişiyi taklit edebilirler. Stres altında gerçeği değerlendiremezler, hayal güçleri oldukça fazladır ve yaratıcı düşünürler. Engellenmeye, reddedilmeye ve düş kırıklığına gelemezler. Övgüye çok meraklıdırlar ve cinsel yönden kışkırtıcıdırlar. Kişisel ilişkilerinde iyi olsalar da derinlik ve süreklilik yoktur. Bu kişiler iç görüden yoksundurlar. Övgüye ve kabul görmeye doyumsuzdurlar. İlgi ve kabul göremediklerinde kaygı yaşarlar, bu durum onlarda değersizlik ve boşluk duygusu yaratır. Bir işi başarabilmek için yapamayacakları şey yoktur, sevgileri yüzeyseldir.

Histrionik kişilik bozukluğu olan kişiler, kendi başlarına pek hareket edemezler ve devamlı başkalarına bağımlılık duyarlar. Bu tip kişilerin altta yatan iki tane yerleşik düşünceleri vardır. “Ben yetersizim ve kendi yaşamımı kendim idame ettiremem” ve “değerli olabilmek için herkes tarafından sevilmeliyim” düşünceleridir. Kendilerine bakamayacakları düşüncelerinden dolayı sürekli ilgi arayışındadırlar. Sevimli olmak ve devamlı sevilen kişi olmak, dışlanmaya ve yalnız kalmaya karşı duyarlı olmalarına sebep olur. “Ya hep ya hiç” şeklinde düşünürler.

Kadınlara erkeklerden daha sık histrionik tanısı konmaktadır. Yaşlandıkça azalma göstermektedir. Diğer kişilik bozukluklarında olduğu gibi histrionik kişilik bozukluğunda da tedavi yöntemi psikoterapidir. Gelip geçici duygusal durumlar için ilaç kullanılabilmektedir.

Narsisistik Kişilik Bozukluğu

Narsisizm ve narsisistik kişilik bozukluğu birbirinden farklıdır ve ayrı değerlendirilmeleri gerekir. Narsisizm kişinin kendine duyduğu cinsi arzu yani kabaca kişinin kendisine aşık olması anlamına gelmektedir. “Ayna ayna söyle bana benden daha güzel var mı bu dünyada” sözü narsisizmin simgesi olmuştur. Yani herkes onlara hayran, onlar ise saece kendilerine hayrandır. Kendini beğenen, başka insanların yaşadıklarına ve yaşattıklarına duyarsız kalan, insanlara kıskançlık duyan ve kendini sürekli ön plana çıkarmaktan zevk duyan insanlar narsisistik olarak tanımlanırlar.

Narsisistik Kişilik Bozukluğu olan kişiler başkalarının düşünce veya isteklerine gerekli ilgiyi gösteremeyen kişilerdir. Üstünlük duygusu, beğenilme gereksinimi, hayranlık beklentisi ve empati yapamama narsisistik kişilik bozukluğu’nun temel özellikleridir. Bu kişiler kendileriyle çok meşgul gibi görünseler de aslında kendilerini yüzeysel, değersiz ve aşağılık hissetme eğilimi içindedirler. NKB olan kişiler eleştirilere katlanamazlar, insanları kendi amaç ve istekleri doğrultusunda sömürürler. Diğer insanlara karşı ilgi ve empati yoksunluğu sergilerler. Empati yani başkalarının ne hissettiğini anlama yetenekleri gelişmemiştir.kişiler arası ilişkileri bozuktur, devamlı ilgi, beğeni ve onay beklerler. Beklentileri karşılanmayınca kırılganlık, bunaltı ve çökkünlük ortaya çıkar. Her şeyin en iyisinin kendisinde olmasını isterler. Başkalarına karşı yoğun kıskançlık hissederler, kendini beğenmiş ve kibirlilik duyguları kabarıktır.

Bu kişiler yürekten ve derinden bir üzüntü duyamazlar, yani yas yaşayamazlar. Olumsuz durumlar narsisistik kişileri fazlaca öfkelendirir veya önüne geçilemez bir intikam duygusu oluşturur. Bu kişilik bozukluğuna sahip bireyler yaşlılıkta güçlük çekerler. Narsistler yapılan eleştirilere, bir yarışta kaybetmeye, başarısızlığa ve hata yapmaya karşı aşırı hassastırlar, bu durumda kendilerini aşırı değersiz, incinmiş ve küçük düşmüş hissederler. Bu nedenle eleştiriye karşı aşırı öfkelenirler. Narsistler için başarısızlık rekabet içeren bir ortamda birinci, önde gelen ya da tercih edilen kişi olmamak anlamına gelebilir.

Narsist kişiler kendini seven değil, aslında kendinden nefret eden kişilerdir. Kendilerini sevmedikleri gibi diğer insanları da gerçekten sevemezler, sevme kapasiteleri yoktur. Yapaydırlar, çıkarlarını sevmektedirler ve koşullu sevmektedirler. Duygusal ilişkilerine bakıldğında, gerçek bir yakınlığı içeren ilişkilere giremez veya sürdüremezler. Narsist kişiler için yakın ilişkiler, insanlardan ve kendilerinden sakladıkları yaralı, boş ve değersiz hissettikleri gerçek benliklerinin açığa çıkma ve fark edilme riskini taşır, bu yüzden yakın ilişki kurmaktan kaçınırlar.

Narsisitik kişilerin terapiye gelme nedenleri genelde yaşadıkları ve tarif etmekte güçlük çektikleri, derin bir boşluk, can sıkıntısı, anlamsızlık, tatminsizlik, umutsuzluk veya karamsarlık hisleridir. Bu hislerini bastırmak ve içsel boşluklarından kurtulmak için narsistler çeşitli şekillerde eyleme vurma davranışları gösterebilirler. Narsistlerin eyleme vurmaları; gelişigüzel ilişkiler, anlamsız veya sapkın cinsel etkinlikler, alkolizm, iş koliklik, aşırı başarı hissi, madde kullanımı, ideolojik, dinsel ve grupsal fanatizm olarak sıralanabilir.

Narsisistik kişilik bozukluğu kronikleşme eğilimi taşır ve tedavisi zor bir durumdur. Tedavi yöntemi psikoterapidir.

Obsesif-Kompulsif Kişilik Bozukluğu

Obsesif-kompulsif kişilik bozukluğunda temel olarak inatçılık, ısrarcılık, aşırı düzenlilik, titizlik, kararsızlık ve katılık bulunur. Bu kişiler yaptıkları işin geneline ve amacına değil ayrıntılarına takılırlar. Mükemmelci bir davranış içerisindedirler ve aşırı mantıklıdırlar. Duygularını ifade etmekte zorluk çekerler, genelde resmidirler, yakın arkadaşları veya dostları yoktur ya da çok azdır. OKKB olan kişiler ahlaki konulara aşırı önem verirler. Toplumsal kurallara karşı aşırı duyarlıdırlar. Sorumluluk duygları aşırı gelişmiştir, genelde hata yapmaktan ve yanlış anlaşılmamaktan dolayı karar vermekte zorlanırlar. Düzen ve detaylarla çok fazla ilgilendikleri için genelde insanları kendilerinden uzaklaştırırlar. Otoriter bir tutumları vardır.

OKKB olan kişiler, cimridirler, evlerindeki eski ve gereksiz eşyaları bir türlü ellerinden çıkaramazlar. Evlerinin, işyerlerinin temizliği için ciddi olarak zaman harcarlar. Obsesif-kompulsif özelliklerle, obsesif-kompulsif kişilik bozukluğunu ayrımının yapılabilmesi için, kişinin iş ve sosyal işlevselliğinde önemli bozulmaların olup olmadığına bakılır.

Ana babanın aşırı mükemmeliyetçi ve detaycı tavırları ileride çocukta obsesif-kompulsif kişilik bozukluğunun ortaya çıkmasına sebebiyet verebilir. Obsesif-kompulsif kişilerde genç yaşta depresif bozukluklara sıklıkla rastlanır. Kadınlara oranla erkeklerde daha sık görülmektedir. Bu bozukluğun gidişi kişiye göre değişkenlik gösterir, yaş ilerledikçe hastalık şiddetlenebilir. Tedavi şekli psikoterapidir, şiddetli olanlarda ilaç tedavisi de uygulanabilir.

Çekingen Kişilik Bozukluğu

Çekingen kişilik bozukluğu olan kişiler, aşağılık kompleksine sahiptirler. Aslında arkadaşlık kurmaya isteklidirler, fakat eleştirilmekten korktukları için ilişkilerinde hep çekingen ve utangaç davranırlar, bu yüzden toplumdan kopuk ve yalnızdırlar. İlişkilerinde aşağılanmaktan çok korkarlar ve bu yüzden duygularını açığa vuramazlar. Kendilerine güvensizdirler ve bunu başkalarıyla olan ilişkilerine de yansıtırlar. Çekingen kişilik bozukluğu olan kişiler, huzursuz, gergin ve tasalıdırlar. Kendilerini işe yaramaz ve değersiz olarak görürler, başkalarına bağlanamazlar ve reddedilmeye karşı aşırı duyarlıdırlar.

Çocuklukta ve ergenlikte oluşan çekingenlik ve yabancı korkusu bu kişilik bozukluğunun temelini oluşturur. Kadınlarda daha fazla görülür. Annelerinde çekingen kişilik bozukluğu olanlarda daha fazla görüldüğü bilinmektedir. Bu kişilerin hastalıkları boyunca sosyal fobileri gelişir.

Tedavi şekli psikoterapidir.

Bağımlı Kişilik Bozukluğu

En önemli özeliklerinden biri kendilerine güvenmemeleridir. Kendi başlarına karar veremezler. Kişiler arası ilişkilerinde uzlaşıcı  ve çok fazla verici davranırlar. Kabul görmek ve onaylanmak için sıcakkanlı ve uyumlu davranırlar. Kendilerini olduklarından daha fazla aşağı görürler. Kendi görüşlerini savunmaktan ve sorumluluk almaktan kaçınırlar. kendilerine bakamayacaklarını düşündükleri için tek başlarına kaldıklarında rahatsızlık ve çaresizlik hissederler.

Bağımlılık histrionik ve borderline kişilik bozukluklarında da vardır. Fakat bağımlı kişilik bozukluğu  gösteren kişi bağımlı oldukları kişiyle kalıcı bir ilişkiye sahiptirler. Diğer bozukluklarda bu durum nadiren görülür. Kadınlara erkeklerden üç kat daha fazla bu bozukluğa rastlanır. Bu kişilik bozukluğuna sahip bireyler yalnız kalmamak ve bağlantıyı devam ettirmek uğruna fiziksel ya da psikolojik her türlü kötü kullanıma katlanabilirler.

panik atak

Panikatak ani endişe duygusu ile birlikte gelen bir takım bedensel belirtilerin yaşandığı, belirtiler grubudur. Kalp çarpıntısı, nefes darlığı, terleme, titreme, boğazda yumru hissi, bulanık görme, baş dönmesi, baş ağrısı, bazen mide bulantısı, ölecekmiş gibi hissetme ve delirme korkusu  gibi belirtileri bulunmaktadır. Hastanın mutlaka panik atağının başladığı dönemde bir dönüm noktası yaşamış olması gerekir. Yani hasta yakın bir geçmişinde kayıp duygusu yaşamıştır. Bu kayıp duygusu bazen dışarıdan fark edilebilen, bazen ise içsel bir durumdur. Sevilen bir kişinin kaybı, başarı kaybı, ev değiştirme, taşınma, evlenme vs. Her hastada belirtiler farklı olabilir. Panik atak için, çarpıntı, endişe ve diğer belirtilerinden bir kaçının olması yeterlidir.

Kimlerde daha çok görülür? Psikolojik rahatsızlıklar kişilik seçer.  Panik atakta kişilik seçer. Panik atak A tipi kişilik özellikleri (endişeli, detaycı, mükemmeliyetçi, kuralcı, eleştirel, olumsuz bakan, duygularını çok fazla göstermeyen ) olan kişilerde,  diğer  kişilere oranla 2 kat daha fazla görünür.  Belirtilerin 3 haftadan fazla olması gerekir.  Panik atak adrenalin seviyesini yükseltecek her durumda gelebilir. Sınav öncesi, bir toplantı öncesi, hatta uykuda bile gelebilir. Çünkü adrenalin seviyesi uykuda da artabilir. Panik atak en fazla 15 dakika sürer.

Panik atak genetik ile ilgili değildir. Sadece şu söylenebilir. Anne panik ataklı ise çocukta da panik atak  olacak diye bir kaide, genetik olarak yoktur. Ama endişeli, ayrıntıcı, vesveseli bir annenin çocuğunun panik atak olma olasılığı yüksektir.

Panik atak diğer hastalıklara davetiye çıkarır. Bir süre sonra üzerine depresyon eklenir. Çünkü panik atak insanı sınırlayan kısıtlayan bir hastalıktır. Bu sınırlanmalar hastayı depresyona sokabilir. Sonrasında panik atağın üzerine anksiyete bozukluğu eklenir. Sonrasında takıntılı düşünceler ve korkular gelir. Panik atak hastalığının tedavisi mümkündür. 

Depresyon toplumda en sık görülen ruhsal bozuklukların başında gelmektedir. Her insan zaman zaman hayatının bir kısmında hüzün, keder, umutsuzluk, mutsuzluk, çaresizlik gibi olumsuz duygulanımlar yaşayabilir. Ama bu belirtiler her zaman kişinin depresyonda olduğu anlamına gelmez. Depresif ruh hali ile depresyonu birbirine karıştırmamak gerekir. Depresif ruh hali kimi zaman herkesin yaşayabileceği kısa süreli ve geçici bir durumdur. Fakat yaşanan duruma depresyon denilebilmesi için belirtilerin en az 2 haftadır arka arkaya yaşanıyor olması ve bu durumun kişinin artık günlük yaşamını olumsuz etkileyecek kadar şiddetli yaşanıyor olması gerekir.

Depresyonun çeşitli nedenleri olmakla beraber temelde ki nedeni bir kayıp duygusunun yaşanmış olmasıdır. Bu sevdiğin birinin kaybı, sevgiliden ayrılma, güven kaybı, iş değişikliği, ev değiştirme, yaşadığın yeri değiştirme gibi önemli yaşamı etkileyebilecek olaylar olabilir. Bazen mutlu olaylarda depresyona sebep olabilir. Doğum yapma güzel ve mutlu bir olay olmakla beraber, kişide kimi zaman depresyona yol açabilir. Bunun yanı sıra genetik faktörler, ilişki problemleri, maddi problemler, bazı hormon düzeylerinin değişikliği, bazı kullanılan ilaçlar, yaşlanma gibi bir çok etken depresyona neden olabilir.

Depresyonun oluşmasında etkili olan bazı kişisel özellikler de vardır; kimi zaman kişinin kendisi, çevresi ve gelecekten beklentileri, idealleri ile kendi gerçek durumu arasında o kadar çok fark vardır ki, bu yüksek standartlara ulaşamamak kişide depresyona yol açabilir.

Kişinin çevresindekiler kendisinden çok fazla şey beklediklerinde ve kişide bunları karşılamada doğal olarak yetersiz kaldığında, kişide beliren çaresizlik ve zayıflık düşünceleri depresyona neden olabilir.

Depresyon belirtileri, kişinin kendisini hemen her gün, yaklaşık gün boyu ağlamaklı, hüzünlü, çaresiz, mutsuz, sıkıntılı ve umutsuz hissetmesi, eskiden zevk alınarak yapılan aktivitelerin  çoğuna karşı ilgide azalma ve artık onları yapmaktan eskisi gibi zevk alamama, İştahta azalma veya tam tersi artma, istenilmeyen bir şekilde kilo alıp verme, uykusuzluk yaşama veya aşırı uyuma, uykuya dalmakta güçlük çekme veya sık sık uyanma, çok fazla uyanmasına rağmen sabahları uyanıldığında yorgun hissetme, düşünce, davranış ve konuşmalarda yavaşlama, karar vermekte güçlük çekme, bir şeye başlamakta ve onu sürdürmekte zorluk yaşama,  dikkat eksikliği yaşama, cinsel istekte azalma, vücutta nedeni bulunamayan ağrıların oluşması, mide bağırsak problemleri, nefes darlığı gibi fizyolojik kökeni olmayan rahatsızlıkların görülmesi şeklindedir. Bunun yanı sıra kişi yineleyen bir biçimde ölüm ve intihar düşüncelerine kapılabilir.  Tüm bu belirtilerden bir kaçı sizde var ve 2 haftadır sürüyor  ise depresyonda olma ihtimaliniz yüksektir.

Depresyon tedavi edilebilir bir hastalıktır. Tedavisinde izlenecek yöntemler hastalığın tipine ve kişinin özelliklerine göre belirlenir. Hastalığın seyrine göre bir veya birkaç tedavi şekli birlikte uygulanabilir. Depresyon tedavisi zaman alabilecek ve bu süreçte kişinin sabırlı ve olumlu düşünmesi gereken bir süreçtir.  Eğer sizin de bu tür depresif şikayetleriniz varsa, kendiniz ve çevrenizin mutluluğu için bir uzmandan yardım almanız gerekmektedir.